Anadolu’nun savunması denizden başlar

Türkiye'nin denizlerdeki haklarını takip etmesi, Sevilla haritası gibi oldu-bitti politikalarına karşı koyması, saldırganlık ve başka ülkelerin haklarını ihlal etmek değil, bölge dışı güçlerin Türkleri denizlerden çıkarıp Anadolu kıtasına itme projelerini akamete uğratmaktır. Bugün Mavi Vatan kavramını saldırgan politika kavramı diye yorumlamak Türkiye'nin çevresindeki denizlere sadece karadan bakmasını savunmak demektir. Bu tutum Türkiye'nin denizlerdeki hukukunun korunması bakımından 1960 darbesini yapanların Kıbrıs davasına verdiği zarardan daha büyüktür.

Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
24.09.2021

Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de deniz tarihi sadece denizcilerin tarihi olarak algılanır. Denizler ve okyanuslarda cereyan eden olayların politika ve savaş bağlamındaki etkileri gözden kaçırılan siyasi tarih konularının başında gelir. Osmanlı dünyanın en kuvvetli kara ordusuna sahipken denizlerde de zirve noktada olduğunu Barbaros’un Preveze zaferiyle göstermiştir. Ancak, yakın zamanlara kadar Türkler mavi vatan sularına nedense ilgisiz kalmış ya da ilgi göstermesi engellenmiştir. Türklerin denizlere ilgisiz kalmasını, 1978 yılında Belleten dergisinde yazdığı akademik makalede Emekli Amiral Afif Büyüktuğrul ilginç bir nedenle açıklar: “Harp Akademilerinde de benim öğretmen olduğum tarihe kadar (1962) bu adaların Anadolu savunması üzerindeki etkileri öğretilirdi de, memleketimizin hayat yolu olan Ege deniz yolları üzerindeki etkileri hep karanlıklarda bırakılırdı. Bunun nedeni ise, bu yüksek müessesedeki ders program ve müfredatının yabancı uzmanların tavsiyeleriyle yapılmış olmasaydı. Yabancı uzmanlar ise, yüzlerce yıl öncesinden beri kültürden yana bizleri uyandırmamayı kendilerine gelenek olarak almışlardı. (Belleten 1978)”

Siyasi akılla kazanıldı

Teknoloji yanında Barbaros’un olağanüstü amirallik kabiliyeti ve Türk denizcilerinin disiplini Osmanlılara Akdeniz’deki en büyük zaferi, Preveze zaferini kazandırmıştır. Gemi sayısı, asker ve kürekçi dahil denizci personel sayısı ve gemilere konulan topların sayısı bakımından Osmanlı deniz kuvvetinin neredeyse beş katı büyüklüğünki Haçlı Donanması’nın ağır bir yenilgi almasının arkasındaki nedenler değerlendirilirken bazen vahim hatalar yapılmaktadır. Türk toplarının sayı bakımından az ama teknik kapasite bakımından yüksek ateş hızı ile Türk topçularının isabet yüzdesinin yüksek olması savaşın kaderini tayin eden unsurlardandır.

Nejat Tarakçı’nın da belirttiği gibi, Osmanlı gemilerinin çoğu küreklerle donatılmış olduğundan hareket kabiliyeti sadece rüzgara bağlı değildi. Halbuki Andrea Dorya komutasındaki gemiler yelkenli olduklarından rüzgara bağımlı idiler. Osmanlı gemilerinin rüzgar ve kürek gücünü kapsayan hareket avantajına sahip olması zafer kazanılmasındaki bir başka teknik özellik olarak görülmüştür. Osmanlı gemilerinin bu avantajlarına rağmen, kürek donanımı sebebiyle bordalarına top yerleştirilemiyordu. Gemilerin sadece baş tarafına top konulması, sayısal bakımdan top sayısını azaltıyordu. Buna rağmen Barbaros’un donanması büyük bir zafer kazandı. Adrea Dorya’nın başarısı yüzer kale denilen büyük kalyonlarının kaçarken gösterdiği yetenekti. Barbaros’un zaferi, Akdeniz’deki Türklerin varlığını güçlendirmiş ve zirveye çıkarmıştır. Daha önce elde ettiği zaferler ile Kuzey Afrika’da, Batı ve Orta Akdeniz’de gösterdiği Türk deniz gücünü İtalya’nın karşı kıyılarında Mora Yarımadası’nın Batı kıyılarında tekrarlamıştır. Akdeniz’de kazanılan Preveze zaferi, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1526’da Mohaç’ta kazandığı zafer kadar mühimdir.

Egemenlik hakları

Bugün tartışılan konu ise Mora Yarımadası’nın doğu kıyılarından Anadolu kıyılarına kadar uzanan Ege Denizi ve Türkiye’nin güneyinden Mısır’a kadar uzanan Akdeniz sularına ilişkindir. 1982 deniz hukuku sözleşmesine göre Türkiye’nin Ege Akdeniz ve Karadeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kıta sahanlığı meseleleri ortaya çıktı. Ege ve Akdeniz’de kıta sahanlığı ile MEB meseleleri Türk tarafının iyi niyetine rağmen çözüme kavuşturulamamıştır.

Doğu Akdeniz’de en fazla kıyı uzunluğuna sahip iki ülke Türkiye ve Mısır’dır. Söz konusu sözleşmenin 31. Maddesine göre karşılıklı kıyıdaş ülkeler ortak ilkeye göre MEB alanı belirler. En uzun kıyıya sahip olanın hakları da o uzunluğa göre fazla olacaktır. Yunanistan’ın tezi ise uluslararası deniz hukukuna aykırı biçimde yapılan yorumlarına dayanır. Yunanistan’a göre adalar da ana kara gibi denizde değerlendirmeye tabidir. Oysa ana karası olan bir devlet adalar devleti olarak adlandırılamaz. Yunanistan sadece adalardan oluşan bir devlet olsaydı iddiaları anlaşılabilirdi. Nitekim Fransa ve İngiltere arasındaki benzer sorun dava konusu olmuştur. Paris hükümeti, İngiltere ile Manş Denizi’nde Fransa kıyılarına yakın İngiltere’nin adalarına ilişkin kıta sahanlığı sınırlandırması sorununda Türkiye’nin savunduğu tezleri savunmuştur. Oysa, Doğu Akdeniz’de kıyısı olmadığı halde buradaki anlaşmazlıklara burnunu sokan Fransa, Yunanistan’ı desteklemektedir.

Yunanistan Avrupalı güçlerden aldığı destekle 1821’de başlattığı bağımsızlık sürecinden itibaren Türkiye aleyhinde toprak kazanımı elde etme siyasetine hiçbir zaman son vermedi. 19 Mayıs 1919’da başlayan ve 9 Eylül 1919’da Yunan askerlerinin denize dökülmesiyle sona eren Kurtuluş Savaşı ile kazanılan vatan toprakları içinde mavi vatan suları da vardır. Yunan askerleri Anadolu topraklarından kaçtıkları gibi mavi vatan sularından da kaçtılar. Kara sınırlarındaki egemenlik hakları gibi deniz sularında da egemenlik hakları bulunmaktadır. Deniz sularındaki ulusal çıkarları savunmak aynı zamanda hava sahasındaki egemenlik alanlarını da belirler. Denizlerdeki haklardan vazgeçmek ülkenin hava savunmasını da tehlikeye atmak demektir. 9 Eylül’de düşmanın denize döküldüğü Zafer bayramını kutladıktan bir hafta sonra, denizlerde tarihten ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları savunmak milli menfaatlerin takipçisi olmak saldırgan kavramlarla dış politika yürütmek değil, Kıbrıs davası çerçevesinde 1950’lerden itibaren sürdürülen politikanın devamıdır. Atatürk’ün “hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” diyerek hedef olarak gösterdiği Akdeniz ve Ege’deki ulusal haklar ve çıkarlardan taviz vermemektir. Bu tartışmalar yaşanırken İstanbul Belediye Başkanı’nın Atina’yı ziyaret etmesi, Türkiye’nin milli çıkarlarına katkı sağlayan bir tutum mudur? Yoksa Cumhurbaşkanı adaylığına dış destek arayışı mıdır?

Yunanistan’a bağımsız olduğu tarihten itibaren verilen tavizler Lozan’da son bulmuştur. Batı’da aydınlanma çağından itibaren Türkiye’nin aleyhinde kullanılan Philhellenizm yani Yunanseverlik yaklaşımı Anadolu topraklarında geçer akçe değildir. Uluslararası hukuku ayaklar altına almak yanında Türkiye’nin bağımsızlık savaşı vererek kazandığı haklarından taviz vermesi beklenemez. Fransa, Manş denizinde kendi kıyılarına yakın İngiliz adalarına karşı takındığı hukuki ve siyasi pozisyonun aksini Doğu Akdeniz’de savunarak büyük bir tutarsızlık göstermektedir. Türkiye’nin bazı diplomatları ve politikacıları da bu tutarsızlıklara çanak tutan açıklamalar yaparak ulusal menfaatlere zarar vermektedirler.

Kimler, neden rahatsız?

Mavi vatan kavramından kim neden rahatsız oluyor? Türkiye denizlerde neden baskıya maruz kalıyor? Türkiye’nin doğudaki kara sınırlarını aşındırmak Türkiye’yi bölmek isteyenler PKK’ya nasıl destek veriyorsa, denizlerde uluslararası hukuk hak ve hakkaniyet prensibine göre ilan edilen veya ilan edilmesi gereken deniz yetki alanlarıdır. Cihat Yaycı Paşa’nın açıklığa kavuşturduğu şekilde, bir devletin denizlerdeki hukuku dört maddeyi kapsar:

1. İç sular 2. Kara suları, 3.kıta sahanlığı 4. Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)

Bu maddelere dayanarak bir devletin deniz hukukunu açıklamak gerekirse şunları ifade edebiliriz:

1. İç sulardaki hukuki egemenlik tamdır ve devletin egemenliği karadaki yetki alanıyla aynıdır. 2. Kara sularında ise Deniz yetki alanında denizlerin serbest kullanımı hakkı çerçevesinde kara sularından geçişe izin verir. Ama kara sularında devletin yargı yetkisi de tamdır. Kıta sahanlığı ve MEB devletin yetkisi iç sular ve kara sularından biraz farklıdır. Kıta sahanlığı ve MEB bölgelerinde bir devletin hukuku canlı ve cansız kaynakların araştırılması, tespiti, çıkarılması, nakledilmesi, kullanılması ve satılmasını kapsar. Bu yetki alanında başka bir devlet araştırma yapamaz, kaynak arayamaz, buradaki kaynaklardan dolayı herhangi bir hak iddia edemez. Deniz yetki alanını sadece iç sular ve kara suları olarak kabul etmek, anlaşılır bir durum değildir. Bu bilgisizlik değilse sömürgeci güçlere yandaşlık yapmak ve Yunanseverci tutumun peşine takılmaktır. Türkiye’nin kıta sahanlığı ve MEB’deki haklarını çiğnemeye yeltenen Yunanistan ve Fransa gibi ülkelerin tezlerine destek vermek demektir. Türkiye’nin hak arayışını yayılmacılık olarak görenler Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının haksız iddialarını meşrulaştıran haince bir tutum takınıyorlar demektir. Bu konu siyaset dışı ve milli bir konudur. Mavi vatana duyarlılık Kıbrıs Davası ile yeniden önem kazanan bir süreçtir. 1955 yılında Kıbrıs Türklerinin haklarını uluslararası zeminde başarıyla dile getirmesiyle lehte başlayan süreci 6-7 Eylül olayları zehirlemiştir. Ancak bundan daha kötüsü düzmece iddialarla kurulan Yassıada Mahkemesi’nde olayları tertiplemekle suçlanan Menderes ve arkadaşlarının üzerine haksız yere atılan suçlamalar olmuştur. İdama gerekçe yaratmaya çalışan suçlamalar Kıbrıs davasına en büyük zararı vermiştir. Peyami Safa’nın o zaman beyan ettiği gibi 6-7 Eylül olayları dış güçlerin özellikle Philhellenist tutum sahibi devletlerin tertiplediği işlerdendir ve Türkiye’nin siyasi yönetimine ciro edilen suçlamalardır. Yassıada’daki darbecilerin bu suçlamalara teşne olması ise uluslararası alanda Kıbrıs davasının o günlerde yön değiştirmesine neden olmuştu.

Muhalefetin amacı ne?

Bugün mavi vatan kavramını saldırgan politika kavramı diye yorumlamak Türkiye’nin çevresindeki denizlere sadece karadan bakmasını savunmak demektir. Bu tutum Türkiye’nin denizlerdeki hukukunun korunması bakımından 1960 darbesini yapanların Kıbrıs davasına verdiği zarardan daha büyüktür. 28 Eylül 1538’deki Preveze deniz zaferinin yıldönümünde denizler konusunda Türk milletini aydınlatmak gereği bir kez daha görüldü. Ama ondan önce, milleti temsil iddiasındaki politikacıların milletin haklarını hakkıyla savunmak ve milli tutum takınmak için mavi sular yani denizlerin tarihini ve önemini kavramaları elzemdir. Acaba muhalefetteki bazı politikacılar AB ve ABD’ye şirin gözükmek hatta onların desteğini almak için mi çaba harcıyor? İktidara geldiklerinde başta denizlerde olmak üzere tüm kriz alanlarında size sorun çıkarmayacağız mesajı mı veriyor? İster istemez bu sorular akla geliyor. Ama bu aykırı sesler dışarıda taraftar bulsa da Türkiye’de gözden düşecek ve gönlünden uzaklaşacaktır.

Türk milleti kendi iradesine saygı göstermeyenleri tarihin karanlık sayfalarına göndereceği gibi Barbaros’tan ilham alarak hem teknolojik alanda hem de iç ve dış siyaset alanında denizlerdeki hak ve menfaatlerini korumaktan geri kalmayacaktır. Mavi vatan kavramı ile Türkiye’de deniz hukuku ve deniz tarihine ilişkin bilinç düzeyi her geçen gün artmaktadır. Bu bağlamda, Amiral Afif Büyüktuğrul’un 1978’de dile getirdiği ama hala geçerli olan eksikliklerin üstesinden gelmek için sosyal bilimler alanında üniversitelerde bu yönde yeni derslerin konması ve yeni araştırmaların yapılması konunun takibi ve bilinçlenme açısından önem kazanmaktadır.

Türkiye’nin Libya’dan başlayarak Doğu Akdeniz’de olup bitene kayıtsız kalması söz konusu yapılamaz. İçeriden ve dışarıdan dile getirilen pasif kalma noktasındaki tavsiye ve yorumlar, Türkiye’nin denizlerdeki hukukuna aykırı müdahalelerdir. Hele hele Türkiye’yi mavi vatan kavramını öne sürerek saldırganlık ile suçlamak kabul edilemez. Türkiye’nin Doğu Akdeniz yaklaşımı, hakkaniyet ve adalet ilkesine dayanmaktadır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de sınırları olan devletlerin egemenlik haklarına saygılıdır. Buradaki doğal kaynakların paylaşımını da ortaklaşa yapmak istemektedir. Türkiye’nin âdil yaklaşımı hem bölgedeki kıyıdaş ülkeler hem de bölge halkları için en akılcı yoldur. Nitekim Mısır, İsrail, Lübnan ve Filistin Türkiye’nin âdil ve akılcı teklifleri sebebiyle daha fazla kazanç elde edeceklerdir. Türkiye 1792 km uzunluğundaki Akdeniz sınırları ile bölgedeki en uzun kıyı sınırlarına sahip ülkedir. Buna rağmen Batılı güçler Türkiye’nin hukukunu göz ardı etmekten kaçınmıyorlar. Türkiye’nin denizlerdeki haklarını takip etmesi, Sevilla haritası gibi oldu-bitti politikalarına karşı koyması, saldırganlık ve başka ülkelerin haklarını ihlal etmek değil, bölge dışı güçlerin Türkleri denizlerden çıkarıp Anadolu kıtasına itme projelerini akamete uğratmaktır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu