Macron’un mektubu gerilimi düşürebilecek mi?
Macron’un mektubu değerlendirildiğinde, tarihsel nitelik taşıyan ancak hep inişli çıkışlı seyretmiş olan Türk-Fransız ilişkilerinde baş aşağı gidişi durdurduğu açık. Ancak ikili ilişkilerde parlak bir geleceğe de işaret etmiyor.
Les Echos gazetesinin eski direktörü Nicolas Beytout’nun 2013’te çıkarmaya başladığı liberal eğilimli L’Opinion, 15 Ocak Cuma günü dijital nüshasında, “Macron’un Erdoğan’a mektubu: Değerli Tayyip konuşalım” [1] başlıklı bir haber analiz yayımladı. Jean-Dominique Merchet’nin imzasını taşıyan haber analizde, sıcak ifadeler içeren bazı bölümleri aktarılan 10 Ocak tarihli mektubun Cumhurbaşkanımızın, Macron’a yeni tip koronavirüse (Kovid-19) yakalandığı dönemde şifa dilediği, Noel yortusu ve yeni yılını kutladığı 19 Aralık tarihli mektubuna cevap niteliği taşıdığı belirtiliyor ve gazetenin bir süredir işaret ettiği gibi bunun iki ülke arasında aylarca süren çekişmenin ardından ilişkilerde başlayan ısınmanın somut bir göstergesi olduğu vurgulanıyor.
Siyasi nedenlerle bugün üyelik perspektifinden yoksun bırakılmış olmasına karşın karşılıklı bağımlılığa dayalı Türkiye-AB ve ayrılmaz parçası Türkiye-Fransa ekonomik ilişkileri taraflar arasında ikili sorunların derinleşmesini frenleyen unsurların başında geliyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da aynı gün medyaya açıkladığı üzere, Macron’un el yazısıyla Türkçe “değerli Tayyip” ifadesini kullandığı, 2021 yılı için iyi dileklerini ve video konferans yoluyla görüşme arzusunu dile getirdiği söz konusu cevabi mektubun bir arka planı var doğal olarak.
Macron’un mektubu ne kadar olumlu olursa olsun, Fransa ile ilişkilerin geliştirilmesinin bazı sınırları var ve bu sınırları aşmak sadece Türkiye’nin elinde değil.
Çavuşoğlu, mevkidaşı Jean-Yves Le Drian ile yaptıkları en son görüşmede (ikili ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla) “bir yol haritası üzerinde çalışalım” diye mutabık kaldıklarını, sonra Cumhurbaşkanımızın Macron’a bir “geçmiş olsun” mektubu gönderdiğini ve yeni yılını tebrik ettiğini açıkladı ve ekledi: “Arkasından Fransızlar dört alanda istişarelere başlayalım diye geri döndüler, biz de tamam dedik. İki gün önce de Macron’un mektubunu aldık, gayet olumlu ilişkileri geliştirme isteği; Türkiye’ye atfettikleri önemin yanı sıra Avrupa için Cumhurbaşkanımızla görüşmeyi de arzu ettiğini vurgulayan, güzel, pozitif (…) bir mektup.”
Çavuşoğlu’nun ima ettiği, L’Opinion’un haber analizinde de vurgulandığı üzere, ilişkileri geliştirme arzusu tek taraflı değil. Gazete, Cumhurbaşkanımızın Macron’a göndermiş olduğu mektupta kendisiyle “salgınla ortak mücadele, ikili ilişkiler, Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri ve bölgesel konularda görüş alışverişinde bulunmayı arzu ettiğini” de dile getirdiğini belirtiyor ve bunun “Dağlık Karabağ savaşının” başında Macron’la görüşmeyi reddetmiş olduğu dikkate alınırsa önemli bir gelişme olduğunun altını çiziyor. Bu kuşkusuz doğru bir tespit ve sadece Fransa ile ikili ilişkiler bakımından değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanımızın “ABD ve AB (Batı) ile yeni bir sayfa açma” çağrısı bağlamında da okunması gereken bir gelişme.
Fransa ile ilişkileri elden geldiğince geliştirmek gerekli olmakla birlikte, bunu yaparken İtalya ve İspanya gibi AB’nin Türkiye’ye yakın üyeleri ile bağları her alanda daha da sıkılaştırmakta yarar var.
Türk-Fransız ilişkilerinde Batı ile yeni sayfanın önemi
“Fransa’nın Türkiye husumeti Macron’a özgü değil” [2] başlıklı yazımızda da altı çizildiği gibi, Fransa’nın Suriye’de terör örgütü YPG’ye destek vermesi, Yunanistan/Kıbrıs, Libya ve Dağlık Karabağ sorunlarında açık bir Türkiye husumetine yönelmesi ya da bunu açığa çıkarması, 11 Eylül’le başlayan ve komünizmin yerine İslam’ı düşman gören ABD kaynaklı Batı ideolojisinin ürünü. O bakımdan tüm bu sorunların çözümü için Türk-Amerikan ilişkilerinin de rayına oturması şart. Washington YPG’yi müttefik gördüğü, terör örgütüne siyasi, mali ve askeri desteğini sürdürdüğü sürece -ki seçilmiş Başkan Biden’la bunu değiştirmek pek de kolay görünmüyor- Elysée’de kim oturursa otursun, Fransa’nın “öz müttefik” saydığı YPG’ye desteğini özde değil ancak sözde azaltmak mümkün olabilir. Aynı kaygı ABD’nin casus şebekesi olan FETÖ’nün mensuplarına sağlanan destek bakımından da geçerli. Washington ayrıca Doğu Akdeniz’de ağırlığını hakkaniyete dayalı bir çözümden yana koymadığı takdirde, Paris AB içinde Yunan tezlerini savunmayı sürdürecek, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alımını cezalandırmak amacıyla CAATSA yaptırımlarını derinleştirdikçe, Fransa da kendi ulusal hatta bugüne kadar görüldüğü gibi neo-kolonyal çıkarları bağlamında Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmasına katkıda bulunacak ya da belki bazı ödünler koparmaya bakacaktır olasılıkla.
L’Opinion konuyla ilgili 23 Aralık tarihli ve “Erdoğan 2021’de ABD ve AB ile ‘sayfayı çevirmeyi’ umuyor” [3] başlıklı haberinde, Cumhurbaşkanımızın gerek S-400, gerek Doğu Akdeniz sorunlarında Türkiye’nin Amerikalı ve Avrupalıların uyguladığı çifte standarda maruz kaldığını vurguladığının ve bunun ABD’de Biden yönetimiyle değişmesini, ayrıca kendi geleceğini içinde gördüğü AB’nin yaptırım kısır döngüsünden çıkmasını beklediğinin altı çiziliyor. Ancak AB ile birçok dosyada sorunların sürdüğüne de işaret ediliyor. Kabul etmek gerekir ki bu sorunların tümü AB’nin iki motorundan biri olan Fransa ile ikili düzeyde de yaşanıyor ne yazık ki.
Sorunların el freni: Ekonomi
Fransız medyasında Türkiye ile ilişkilere önem verdiği görülen gazetelerin başında gelen L’Opinion’da geçen 9 Aralık’ta Boğaziçi Enstitüsü Başkanı Bahadır Kaleağası ve TÜSİAD Fransa kolu Başkanı Livni Manzini ile yapılan “Avrupa-Türkiye ekonomik ilişkilerine dokunulursa, bundan iki taraf da zarar görür” [4] başlıklı bir röportaj yayınlanmıştı. Başlıktaki sözlerin sahibi olan Kaleağası AB-Türkiye ilişkilerinin iki tarafın hataları nedeniyle ortak vizyondan yoksun kalmasının anarşik bir ortam yarattığını ve böyle bir ortamda AB’nin olası yaptırım kararının mantık dışı olacağını vurgulamıştı. Manzini de 2019’da AB-Türkiye ticaret hacminin nispeten dengeli olarak 140 milyar avroya ulaştığına -ki bunun içinde Fransa’nın payı epey büyük- Avrupalı ve Türk şirketler arasında iyi ilişkiler bulunduğuna, bu nedenle Türkiye’ye yaptırım kararı almanın kendi ayağına kurşun sıkmak anlamı taşıdığına dikkat çekmişti.
Görüldüğü gibi, siyasi nedenlerle bugün üyelik perspektifinden yoksun bırakılmış olmasına karşın karşılıklı bağımlılığa dayalı Türkiye-AB ve ayrılmaz parçası Türkiye-Fransa ekonomik ilişkileri taraflar arasında ikili sorunların derinleşmesini frenleyen unsurların başında geliyor. Nitekim bir ara dillendirilmiş olan ancak kitlesel düzeyde uygulama alanı bulmayan Fransız mallarına boykot çağrısı siyasi ilişkilerdeki bozulma eğilimine kırmızı ışık yakmıştı.
Türk-Fransız ilişkilerinin geleceği
Macron’un mektubunun evveliyatıyla birlikte değerlendirildiğinde, tarihsel nitelik taşıyan ancak hep inişli çıkışlı seyretmiş olan Türk-Fransız ilişkilerinde baş aşağı gidişi durdurduğu açık. Ancak ikili ilişkilerde parlak bir geleceğe de işaret etmiyor doğal olarak. Bir kere, Türk nefretini kuşaktan kuşağa aktaran, hatta bununla adeta övünen Fransa’daki Ermeni diasporası iç siyasetteki gücünü koruyor. Karabağ sorunu sönümlenmiş olsa da Türk-Fransız ilişkilerinin geliştirilmesinde el freni işlevi gören diasporanın hasmane tutumundan vazgeçtiğine dair somut veriler henüz yok. Ayrıca Fransız dış politikasının geleneksel Yunan yanlısı tutumunun (Yunanistan’ın AB üyeliğinde geçenlerde 94 yaşında ölen eski Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing büyük rol oynamıştı) Atina’nın Türkiye politikasından bağımsız olarak ne kadar olumlu yönde değişebileceği de soru işareti.
Görünen o ki Türk-Fransız ilişkilerinin geleceği bir yerde Ankara’nın Ermenistan politikasına, bunun Ermeni diasporasını ne ölçüde tatmin edeceğine ve Atina ile sorunlarını çözebilmesine bağlı bulunuyor. O bakımdan Macron’un mektubu ne kadar olumlu olursa olsun, Fransa ile ilişkilerin geliştirilmesinin bazı sınırları var ve bu sınırları aşmak sadece Türkiye’nin elinde değil. Bu bağlamda Fransa ile ilişkileri elden geldiğince geliştirmek kuşkusuz gerekli olmakla birlikte, bunu yaparken AB’nin Türkiye’ye yakın üyeleri, İtalya ve özellikle demokrasi döneminde iktidar ve muhalefetiyle mümkün olduğunca yanımızda durmuş olan İspanya gibi büyükleri ile bağları her alanda daha da sıkılaştırmayı sürdürerek gerçekleştirmekte yarar var.